Hârûn Reşîd, hayır ve şer konusunda hep bir tereddüt içindeydi. Bugüne kadar alimler hangi delilleri sunduysa da o tatmin olmamıştı. Şimdi ise asıl maksadı, Hüsniye’nin bu konuda söyleyeceklerini duymak istiyordu.
Hârûn Reşîd, veziri Yahyâ Bermekî’ye dönüp dedi ki:
- Bağdat ulemâsı ile bazı âlimler arasında hayır ve şer konusunda tartışma olduğunu işittim. İbrâhîm’e sor bakalım bu hususta ne diyor?
Yahyâ, Hârûn’un işaretiyle İbrâhîm’e sordu:
- Ey İbrâhîm, kullardan sâdır olan hayır ve şer, fayda ve zarar konusunda ne diyorsun? Onların günah, zulüm ve küfrünü Allah Teâlâ’ya mı isnat ediyorsun, yoksa kazâ ve kadere mi yahut itaat edenin sevaba, isyan edenin de cezaya müstahak olduğuna inanan Ehlibeyt ve onlara bağlı olanlar gibi, kulu irade ve seçme hakkına sahip olan kişi olarak mı görüyorsun?[1]
İbrâhîm cevap verdi:
- Bu meseledeki inancım, hayır ve şerrin, fayda ve zararın; Âdem ve İblisi, su ve toprağı, ateş ve cehennemi, hayat ve ölümü, sağlık ve hastalığı, iman ve küfrü, taat ve isyanı var eden Allah’ın kazâ ve kaderine bağlı olduğudur. İbrâhîm ve Nemrud, Mûsâ, Firavun ve Hâmân, Muhammed ve Ebû Cehil, kâfir ve Müslüman, muhabbet ve düşmanlık; bunların hepsi kazâ ve kader iledir.
Hüsniye, bu delilsiz boş sözleri duyunca, sabrı taştı ve dedi ki:
- Ey İbrâhîm, Allah’tan utanmadan, bu küfür ve zındıklıkları kendine ve bütün Müslümanlara reva görüyorsun da, İblis için hüccet ve delil mi gösteriyorsun? Bil ki, seni ve senden önce bu itikada sahip olanları basit bir izahla susturmak çok kolaydır.[2]
Öncelikle, ‘Şer ve isyan, küfür ve fâsıklık, O’nun kazâ ve kaderine bağlıdır, ama O’nun rızasıyla değildir.’ Demek imkansız bir sözdür. Bir kimsenin hüküm verip, verdiği hükme razı olmaması, ya onun acizliğinden ve korkusundan ya da dalkavukluk, riyakârlık ve hilekârlığından kaynaklanır. Allah ise bu sıfatlardan münezzehtir.
Bil ki ey İbrâhîm, senden önce bu sözü ortaya atanlar, bizatihi kendileri küfre ve zındıklığa düştüler. Onlar, şer ve isyanın, küfür ve fâsıklığın hepsinin Allah’ın kazâ ve kaderiyle olduğunu söylediler. Siz kendiniz bile bu akîdeden mahcubiyet[3] duyuyorsunuz!
İbrâhîm şöyle dedi:
- Ey Hüsniye, yoksa Allah Teâlâ’nın kelâmını ikrar etmiyor musun?
Hüsniye cevap verdi:
- Vallahi Allah Teâlâ’nın kelamını ikrar ediyorum. O sözün tefsirini, müşküllerini ve tevillerini de biliyorum. Bunları, Kur’an’ın, başta büyük cedleri olmak üzere, haklarında nâzil olduğu kişilerden öğrendim.
HİDÂYET VE DALÂLET MESELESİ
İbrâhîm dedi ki:
- Ey Hüsniye, Allah Teâlâ’nın şu ayetleri hakkında ne diyorsun? O şöyle buyuruyor: ‘De ki: Hepsi Allah katından.’ (Nisâ Suresi: 78.) ve ‘Allah, her şeyi yaratandır.’” (Zümer Suresi: 62.)
Yine İbrâhîm Suresi: 4; Nahl Suresi: 93; Fâtır Suresi: 8; Müddessir Suresi: 31. âyetlerinde şöyle buyuruyor: ‘Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidâyet eder.’
Secde Suresi: 13. Ayette de şöyle buyuruyor: ‘Eğer dileseydik, herkese hidâyet verirdik.’
İlk iki âyetin manasına göre, her şey Allah katındandır. Üçüncü âyetin manasına göre, O dilediği kişiyi saptırır. Dördüncü âyetin manasına göre ise, eğer O isteseydi, herkesi hidâyete erdirirdi.
Yine bir âyette şöyle buyurmaktadır: ‘Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır.’ (Bakara Suresi: 7.)
Yani Hak Teâlâ onların kalplerini mühürledi; kulaklarını ve gözlerini de. Artık iman edemezler. Ey Hüsniye, bütün bu Kur’an âyetleri hakkında ne diyorsun? Bu furkan ahkâmına dair itikadın nedir?
Hüsniye cevap verdi:
- Ey İbrâhîm, ‘Allah onların kalplerini mühürlemiştir…’ âyeti, temsil kabilinden olup, aklın hükmüne uygun ve mutabık düşecek bir izahla tevil olunan âyetlerdendir. Çünkü Kur’an âyetleri, birbirleriyle asla çelişmez ve çatışmazlar.[4]
- Öncelikle, ‘De ki: Hepsi Allah katından.’ âyetinin zâhirine bakarak hüküm verirsen, her şeyi yaratanın ‘Allah’ olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise İblis’in mezhebidir. Bil ki, Kur’an’da kül (= hepsi, her, tümü) sözcüğün, ‘bazı’ anlamında kullanıldığı yerler de vardır. Nitekim İbrâhîm kıssasında şöyle geçmektedir: ‘Sonra her bir dağın üstüne, onlardan bir parça koyuver.’(Bakara: 260) Oysa o bölgede Elvend ve Kâf dağlarının olmadığı, aklı olan herkes için malumdur. Demek ki bu, Hz. İbrâhîm’in yakınında bulunan dağlarla sınırlıdır.
- Yine Belkıs kıssasında şöyle buyurulmuştur: ‘Kendisine her şey verilmiş. Bir de çok görkemli bir tahtı var.’(Neml: 23) Herkes bilir ki, orada patlıcan, turp ve havuç yoktu. Öyleyse, ancak mahiyyeti itibariyle ‘noksanlık’ ifade etmeyen güzel fiiller Allah’a nispet edilebilir. Yer, gök, arş, kürsü, levh-i mahfuz, kalem, insanlar, cinler, melekler, usûl, fürû vb. varlıkların hepsinin hâlikı ve mûcidi Allah Teâlâ’dır. Hâlik Teâlâ, küfür, fesat, dalâlet, zulüm, isyan, günah gibi fiilleri yapmak ve yaratmaktan münezzeh ve pâktır.
- ‘Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidâyet eder.’ buyruğuna[5] gelince; bilesin ki, hidâyetin manası çoktur. Ancak bu âyette hidâyetin iki anlamı vardır: Biri, irşad ve beyan anlamı, diğeri ise lütuf ve ihsan anlamıdır. Her iki anlam da mü’min ve kâfir bütün mükellefleri kapsayacak şekilde geneldir.
- Bil ki ey İbrâhîm, Allah Teâlâ’nın mü’minlere bahşettiği lütuf, irşad, elçiler gönderme, kudret, kuvvet, temkin ve akıl gibi şeylerin tamamı, kâfirler için de geçerlidir. Eğer böyle yapmasaydı, kâfirlerin Allah Teâlâ’ya karşı, göz ve kulaklarını mühürlediği, onlara hak yolu görme ve işitme kuvveti vermediğine dair ellerinde bir hüccet(delil) olur, bu durumda Allah Teâlâ kâfirler karşısında yenik düşerdi! Oysa Hak Teâlâ Nisâ Suresi 165. Ayette açıkça şöyle buyurmuştur: ‘Tâ ki, peygamberlerin risâletinden sonra insanların Allah’a karşı bir mazeretleri (bahaneleri) kalmasın.’ Yani biz bütün bunları, insanların bize karşı hüccetleri kalmasın ve Allah’ın hücceti tamam olsun diye yaptık. Nitekim O şöyle buyurmuştur: ‘De ki: O halde etkili / yeterli delil, ancak Allah’ındır.’ (En’âm: 149.)
- Bilesin ki ey İbrâhîm, ‘hidâyet’ sözcüğü nerede zikredilmişse, orada Allah’ın ‘irâdesi’ ile kayıt altına alınmıştır. Bundan kastedilen de lütufların bolluğudur. Aksi halde, O’nun, taat ve masiyet işlemiş olan kullarına cennet yolunu göstermesi gerekmezdi. Oysa Allah şayet dilerse lütfuyla; kullarının işlediği günahları görmezden gelerek cenneti gösterebilir ve onları cennete ulaştırabilir.
- Yine bilesin ki ey İbrâhîm, dalâlete sevk etmek sözcüğü, pek çok manada kullanılmıştır. Onun asıl manasının ‘helak etmek’ olduğu söylenmiştir. Sözcük, Allah’a nispet edilerek kullanıldığında ise ‘helak ve azap’ anlamına gelir. ‘Allah zalimleri saptırır.’ (İbrâhîm: 27) demek, Allah zalimlere azap eder, onları cezalandırır, demektir. Bunun sebebi ise zalimlerin sapkın olmalarıdır. Şayet bu sözcük ‘doğru yoldan çevirip sapıklığa yönlendirmek’ manasında alınırsa; bil ki ey İbrâhîm, Allah’a nispet ettiğin bu manayı, Allah Teâlâ başkalarına izâfe etmiştir. Nitekim o şöyle buyurmuştur: ‘Gerçek şu ki, şeytan siz insanlardan pek çoğunu sapıklığa sürükledi.’ (Yâsîn: 62.) Yani şeytan sizden birçoğunu yoldan çıkardı. Aynı durum, Firavun’a da isnat edilmiştir: ‘Firavun kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi.’ (Tâhâ: 79.) Kasıt, Firavun’un kendi kavmini yoldan çıkarması ve onlara doğru yolu göstermemesidir. Bu durumda, eğer Hak Teâlâ kullarını saptırıyorsa bunu kendisinden başkasına isnat etmezdi. Ey İbrâhîm, senin söylediğin manada, Allah bütün kâfirleri saptırıyor demektir. Bu, tam manasıyla küfürdür. Hak Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar, kendi yalanlarını Allah’a nispet ederler.’ (Nahl: 105.)
- Şu halde bil ki, dalâlete düşürmenin Allah’a izâfe edildiği yerlerde, âyetleri tevil etmek gerekir. ‘Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidâyet eder.’ âyeti, Allah’ın, lütfundan hiçbir şekilde etkilenmeyen kimseleri kendi hallerine bırakması demektir. Allah Teâlâ kulunu, küfür ve isyanda ısrarı yüzünden terk edip kendi haline bıraktığında, ‘Dalâlete sürükledi.’ denir. Dalâlet kulun kendisindendir. ‘Allah onların kalplerini mühürlemiştir.’ âyetine dair iddiana gelince, burada kalbin ve kulağın mühürlenip ve gözün perdelenmesinde, temsili anlatım vardır. Yani onlar, Hak Teâlâ’ya iman etmeleri neredeyse imkânsız denecek derecede küfürde kökleştiler, demektir. Kalbin mühürlenmesi iman etmeye mani değildir. Eğer mani olsaydı, Hak Teâlâ ‘Bilakis Allah, küfürlerinin karşılığı olarak onların kalplerine mühür vurmuştur. Bu yüzden de içlerinden pek azı hariç iman etmezler.’ (Nisâ: 155.) buyurmazdı.
- Ey İbrâhîm, senin bu itikadından, peygamberlerin halkı imana davet etmekle, çirkin bir iş yaptıkları anlaşılır. Sana göre Hak Teâlâ, Rasûlü’ne (s.a.a), ‘Sen şu kimseleri imana davet etme! Onlar iman edecek durumda değiller. Çünkü ben onların kalplerini ve kulaklarını mühürledim.’ demeliydi. Rasûl’ün de o kimseleri imana davet etmemesi gerekirdi. Zira şunu bil ki, ey İbrâhîm, Cenab-ı Hakk’ın mü’minlere verdiği hidâyetten, kâfirlerin de nasibi vardır. İnsân: 3. Ayette Allah şöyle buyuruyor: ‘Biz ona doğru yolu gösterdik; ister şükreder, ister nankör olur.’
- Yani biz her ikisine de yol gösterdik; mü’min olan şükredene de, kâfir olan nanköre de. Şu halde Allah Teâlâ’nın hidâyet etmediği nasıl söylenebilir?
Hârûn Reşîd (aleyhilla’ne) muhâlif tarafta olsa da bu meselede kesin bir fikir sahibi değildi. Hüsniye’nin meseleyi ele alış tarzı ise çok hoşuna gitmişti.
[1] Kader sözcüğü Kur’an’da, takdir etmek, bir şeyin miktarını, ölçüsünü ve evsâfını belirlemek, zamanını, zeminini tayin ve tespit etmek, kararlaştırmak, sınırlamak, kısıtlamak, daraltmak, oluşum ve gelişim çizgisini belirlemek, kadrü kıymetini bilmek, değerlendirmek, plan proje yapmak, programlamak, güç ve kuvvet yetirmek, ele geçirmek, hâkimiyeti altına almak vs. anlamlarda kullanılmıştır.
Kader, kelimenin tam anlamıyla bir programcılıktır, mühendisliktir. Zaten evrendeki her şey bilhassa insan birer mühendislik harikasıdır. Ne kadar ilginç ki, Evlâd-ı Rasûl’den, Ehl-i Beyt mektebinin sekizinci imamı olan İmâm Ali Rızâ’da kaderi “mühendislik” olarak tanımlamaktadır. (bk. Ebû Cafer Berkî, Mehâsin, I, 244; Küleynî, Kâfî, I, 158)
Buna göre kader, Hak Teâlâ’nın yaratacağı eşyanın zamanını, zeminini, miktarını, ayırt edici evsâfını ve yaratılış gâyesini önceden planlayıp programlaması, her şeye bir ayar çekerek; evrende hiçbir başıboşluğa ve serseriliğe meydan vermemesi demektir. Eşyanın bu ilâhî program dâhilinde vücuda gelmesi de kazâdır.
Allah her şeyi bir program dâhilinde yaratmıştır. (Furkân: 3; Kamer: 49; Ra’d: 8) Arının kaderi bal yapmak, dünyanınki hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin çevresinde, belli hızda dönmektir…
Biz insanların iki çeşit kaderi vardır: Elimizde olan ve olmayan. Nerede, ne zaman ve hangi anne babadan dünyaya geleceğimizi, cinsiyetimizi belirleyen Allah’tır. Bu bizim elimizde değildir. Özgür irademizle yaptığımız fiiller ise bizim elimizde olan kaderimizdir. İnsanın yaratılış amacına yönelik kaderi ise sadece Yaratıcısına kul olmaktır.
Ehl-i Sünnet toplumlarında kader konusu, imanın altı şartından biridir. Oysa Kur’an’da böyle bir şart yoktur. (Nisâ: 136) O nedenle, Ehl-i Beyt yolunda kader imanın şartları arasında yer almaz. Kader sonuçta Allah’ın bir sıfatıdır; diğer sıfatların yeri neyse, bununki de odur.
[2] Ehl-i Sünnet toplumlarında, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna dair inanç vardır. Hatta bu kaderle birlikte imanın altı şartından birini oluşturmuştur. Oysa Alevîlikte durum bundan farklıdır. Kur’an, başımıza gelen bütün iyilik ve güzellikleri Allah’a, buna karşılık bütün kötülük ve çirkinlikleri ise insana nispet etmektedir. (Nisâ: 79) Buna göre hayrın kaynağı Allah, şerrin kaynağı ise kullardır. Bizâtihî, yani yapısı itibariyle hayır ya da şer olan şeylerin durumu budur. İman ve küfür, hidâyet ve dalâlet, tâat ve masiyet türünden kullara ait fiiller bu gruba girerler.
Hayır ve şerrin bir de izâfî (göreceli) olanları vardır. Yaşam ve ölüm, sağlık ve hastalık, bolluk ve kıtlık, kazanmak ve kaybetmek gibi… Bunlar ise tamamen Allah’tandır. Bütün bu hâdiseleri yaratan Allah Teâlâ’dır. Ancak bunların meydana gelmesinde, birinci derecede etken husus, kulların kendi davranışlarıdır. Kur’an’da yer alan, hayır ve şerrin hepsinin Allah’tan olduğunu belirten âyetler (Nisâ: 78; A’râf: 131), önü ve arkasıyla birlikte dikkatlice incelendiği vakit; burada sözü edilen hayır ve şerrin bu ikinci kısımdan oldukları görülür. Hayır ve şer konusunda Alevî İslâm inancı böyle inanır.
[3] Sünnî müfessirlerin önde gelenlerinden Fahreddîn Râzî (Tefsîr, XVI, 2~3 = Tevbe: 14), konuyla alâkalı bizatihi kendisi bir soru üretir ve o soruya şöyle cevap verir:
“Soru: Kulların fiillerini, Allah onların ellerinde yaratarak icra ediyorsa ve buna binaen ‘Allah kâfirleri mü’minlerin elleriyle cezalandırıyor.’ demek câiz ise ‘Allah kâfirlerin elleriyle mü’minleri cezalandırıyor. Peygamberlerini kâfirlerin dilleriyle yalanlıyor. Mü’minleri kâfirlerin dilleriyle lanetliyor.’ demek de câizdir! Öyle mi?
Cevap: Durum aynen dediğiniz gibidir. Ancak bunları dilimizle söylemeye edebimiz müsaade etmiyor!”
[4] Bu, Kur’an’ı yorumlarken bağlı kalınması gereken en temel ilkelerden birisidir. Allah şöyle buyuruyor: “Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.” (Nisâ: 82) Allah’ın Kitabı’nı, birbirleriyle didişir ve çatışır vaziyette yorumlayanlar, “Kur’an’ın tahrif edildiği” iddialarına kapı açmış olurlar. Bu da kuşkusuz o kitaptan “nasipsiz” olanların işidir!
[5] Bu gibi âyetlere, “Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidâyet eder.” anlamını vererek; Allah sözcüğünü “dilemek” fiiline fâil (özne) yapmak âdet hâline gelmiştir. Ancak söz konusu âyetlere şöyle anlam verilmesi, her nedense pek düşünülmemiştir: “Allah dileyeni saptırır, dileyene hidâyet eder.” Gramer açısından âyetlere bu anlamın verilmesinde hiçbir sakınca yoktur.
Kur’an’da, Allah Teâlâ’nın kendisine yönelen (Ra’d: 27; Şûrâ: 13), rızâsına tâbi olan (Mâide: 16) ve iman edip toplumsal barışa yönelik yararlı işler yapan (Yûnus: 9) kimselere hidâyet edeceği bildirilmiştir. Buna karşılık, sadece zâlimleri (İbrâhîm: 27), fâsıkları (Bakara: 26), haddi aşan müsrifleri (Ğâfir / Mü’min: 34) ve kâfirleri (Ğâfir: 74) dalâlete sevk edeceği (saptıracağı) ifade edilmiştir.
Zâlimlerin, fâsıkların, kâfirlerin… saptırılmasından maksat, Allah Teâlâ’nın onların önünü açması, istedikleri yoldan gitmelerine ve sapkınlıklarına müdâhale etmemesi; onları kendi tercihleriyle baş başa bırakması demektir. O yüzden Kur’an’da zâlimlere (Bakara: 258; Âl-i İmrân: 86; Mâide: 51; En’âm: 144; Tevbe: 19, 109; Kasas: 50; Ahkâf: 10; Saf: 7; Cum’a: 5), fâsıklara (Mâide: 108; Tevbe: 24, 80; Saf: 5; Münâfikûn: 6), yalancı müsriflere (Ğâfir: 28), kâfirlere (Bakara: 264; Mâide: 67; Tevbe: 37; Nahl: 107), yalancı kâfirlere (Zümer: 3) ve Allah’ın âyetlerine inanmayan kimselere (Nahl: 104) hidâyet edilmeyeceğinin altı çizilmiştir. Elbette, doğal olan da budur. Aksi halde Allah, müdâhaleci olurdu ve kulun seçme özgürlüğü ortadan kalkardı…Sonuçta her iki durumda da Hak Teâlâ’nın “keyfîliğinden” söz etmek mümkün değildir. Allah, isteyene doğru yolu, isteyene de yanlış yolu gösterir.
Ayrıntılı Bilgi İçin; Alevi İslam Din Hizmetleri Sayfasını Takip Ediniz http://www.aleviislamdinhizmetleri.com/