ELİNLE KOYMADIĞINI ALMA!
Bilindiği üzere; Alevî Bektâşî yol ve erkânında, “eline, diline ve beline sahip olmak” her şeyin başıdır. Yolumuzun Serçeşmesi, Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî’nin; “Elinle koymadığın bir şeyi, alma! Ekmeğini, kimseden esirgeme!” sözü, en önemli yaşam ilkemiz olmuştur.
Eline sahip olmayıp, başkasına ait bir şeyi izinsiz kullanmak veya hırsızlık yapmak, bir Hakk tâlibini yoldan düşürür. Dede huzûrunda, yıllık sorgudan ve görgüden geçen ikrârlı bir Alevî’nin elinden, dilinden hiçbir kimse incinmemelidir. Alevî Bektâşî tâlip ve dervişi, rızâsız bir tek lokma dahi yiyemez. “Devletin malı deniz…” diyemez.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin yukarıdaki çağrısı, tekke ve dergâhlarda karşılığını bulmuş, Buyruk ve Erkannâmelerde tâliblerin elleriyle koymadıkları herhangi bir şeyi almamaları konusunda somut örnekler üzerinden, oldukça ayrıntılı açıklamalar yapılmıştır.
Bunlardan birisi şöyledir: “Bu tarîkat içinde olan kişi, rızâsız hiçbir iş yapmamalıdır. Öyleki bir bahçede ağaçtan düşmüş bir elma görseler, o elmayı almamalıdırlar. Eğer bahçıvan olan kişi, elmayı alıp kendi rızâsıyla yolcuya verirse, yol ehli olan kardeşler bu durumda elmanın kıymetini (ücretini) ödemeden o elmayı almamalıdırlar, kıymetini verirlerse alabilirler. Bu yol içinde olan kişi gerektir ki rızâ ehli ola ve her işinde rızâyı araya. Eğer böyle olmazsa, yol mürtedi (yoldan dönmüş) olur.
Şöyle hikâye edilmiştir ki günlerden bir gün, Şeyh Safî arkasında tâlibleri olduğu halde yürürken, bir bahçedeki ağaçta üç elma olduğunu görmüş; ancak gezinti dönüşü, o ağaçta üç elmadan birisinin olmadığını fark etmiş ve bahçıvanla aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir.
Şeyh Safî: Bu ağaçta üç elma vardı, birisi şu anda yok, ne oldu? Bahçıvan: Şâhım, düştü. Şeyh Safî: Kopardılar mı, yoksa kendi mi düştü? Bahçıvan: Kendi düştü. Şeyh Safî: Peki, o düşen elmaya ne oldu? Bahçıvan: Bir sûfîye verdim. Şeyh Safî: Peki, o mu istedi, yoksa o istemeden sen mi verdin? Bahçıvan: O istemeden ben verdim. Şeyh Safî: Kıymetini verip mi aldı, yoksa vermeden mi aldı? Bahçıvan: Şâhım! Değerini verip aldı. Şeyh Safî: Parasını sen mi istedin, yoksa o kendiliğinden mi verdi? Bahçıvan: Şâhım! İstemeden verdi.
Şeyh Safî, her türlü noksanlıklardan münezzeh (uzak) olan Hakk Teâlâ Hazretlerine şükürler edip şöyle söyledi: El-hamdü lillâh Aliyyün veliyyullâh. Sûfîlerim Rahmânîymiş, şeytânî değilmiş.”
Şeyh Safî’nin, adına Allah’a şükrettiği İmâm Ali, hilâfeti sırasında “elinle koymadığını almama” konusunda, cümle mü’minlere örnek olmuştur. Bir gün kardeşi Akîl, kendisine gelip de beytü’l-mâlden (devlet hazinesinden) para istediğinde, ocaktan bir parça köz alarak, kardeşinin avucuna koymak istemiş, kardeşinin itirazı üzerine ise; “Kardeşim! Senin eline bu köz parçasını koymamla, tüyü bitmedik yetimlerin hakkı olan bir parayı beytü’l-mâlden alıp sana vermem arasında hiçbir fark yok.” demiş.
Bunun üzerine, Akîl, İmâm Ali Efendimiz’e karşı olan Muâviye bin Ebî Süfyân’a giderek, ondan para almış ve kardeşi İmâm Ali’nin muhalifi olmuştur. Akîl’in şu sözü meşhurdur: “Biliyorum ki abim Ali haklıdır ama Muâviye’nin de pilavı yağlıdır.”
Allah, bizleri İmâm Ali’nin, Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî’nin ve Şeyh Safî’nin “adalet ve hakîkat” yolundan ayırmaya. Bizleri, ahlâkı Muhammed Mustafâ’ya (s.a.a.v.), huyu Aliyyü’l-Murtezâ’ya (k.v.) benzeyenlerden eyleye. Yolumuzu arsıza, hırsıza ve uğursuza uğratmaya.
Gerçeğe Hüü, mü’mine yâ Ali!
İNSANIN MAYASI ÖNEMLİ!
Herkes, yaratılış ve mayasının gereğince konuşuyor ve hareket ediyor. Kiminin ağzından, içindeki zulüm ve karanlık dışarıya dökülüyor: İnsanlara hakaret ediyor, tehdit ediyor, iftira atıyor, alay ediyor, küçümseyip aşağılıyor.
Kimi de mayasının bir gereği olarak güler bir yüzle, tatlı bir dille gönülleri alıyor; kanayan yaraları tedavi etmeye çalışıyor. Güzel günleri, rengârenk çiçekli bir baharı müjdeliyor.
Bakın, bu konuda ariflerin tacı, gönüllerin ilacı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî ne buyuruyor:
“Gerçeği araştıranlar yanında asâlet; insanın emir veya vezir sülalesinden gelmesi, bilerek günah işleyenler veya zalimler zümresinden olması değil, yaratılışı sağlam ve ahlâkı, mayası temiz olmak gibi insanın zatında bulunan bir cevherin varlığından ibarettir. Halkın asâlet sandığı şey asâletsizliğin ta kendisidir.
Asâletsiz insanlar birbirinin gıybetini (dedikodusunu) yapacakları zaman kendilerinin zâtında bulunan kötülükler dillerinden dökülüverir. Çünkü onlar bu anlayışa daha yakındırlar.”
İnsanın mayası bozuksa, ona ne aldığı abdestin, ne de kıldığı namâzın faydası var. Gönül hanesi temiz olmayanın, dışı da temiz olmaz. Riyakârâne yaptığı amellerin de bir faydası bulunmaz. Bu gerçeği gören Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî bakın ne söylüyor:
“Vay sana ki, içinde; kin, haset, cimrilik, tamahkârlık, öfke, gıybet, kahkaha, maskaralık ve bunca şeytan fiili olduğu halde suyla yıkanıp nasıl temizlenip arı olacaksın! Şöyle bil ki; asla arınamazsın.”
Büyüklük, saraylarda yaşamakla, en lüks araçlara binmekle, sürekli zenginleşmekle olmuyor. Hacı Bektâş-ı Velî, bu gerçeği de şu cümlede ifade ediyor:
“Büyük; dışı halkın dışı gibi olan, içi ise seçkinlerin içi gibi olandır.”
Demek ki dışını süsleyen, içini pisliyor…
Allah bizleri yaratılışı ve mayası bozulmuş, nefis ve şeytana esir olmuş zalimlerin ve kötülerin şerrinden emin eyleye! Birlik ve dirlik için çalışanları mansûr (yardım edilmiş) ve muvaffak eyleye! Dilde dileklerimizi, gönülde muratlarımızı hasıl eyleye!
ALEVİ İSLAM İNANÇ HİZMETLERİ BAŞKANLIĞI
Ayrıntılı Bilgi İçin; Alevi İslam İnanç Hizmetleri Sayfasını Takip Ediniz https://www.aleviislaminanchizmetleri.org/